Öykü

Yolda

Bu öyküm Kültür Ajans dergisinde yayımlanmıştı.

Lütuf muydu lanet mi bilemiyordu zaten. Hayat yolculuğu içinde ayrıntılar içinde boğulmuşken, sürekli bir telaş içinde klasik deyişle ‘yuvarlanıp giderken’ unutmak çok da sorun yaratmıyordu aslında. Yine öyle anımsayamadığı bir nedenden ötürü işten ayrılmış, önüne gelen ilk otobüse binmiş bilinmeze gidiyordu. Erkek olmak özellikle böyle zamanlarda daha da sevilesi oluyordu çünkü yine klasik bir deyişle, ceketini alıp çıkabiliyordun. Son çalıştığı işinin bu kadar içine işlemesi anlık bir rahatsızlık yarattı onda. Sevmezdi ki bi şeylere bağlanmayı! İş olsun, yaşama alanı olsun, bir kadın olsun. Kök salamamış bir yere, yaprak gibi oradan oraya savrulmuştu. Yine bir deyiş! İçi sıkıldı. Sonra başını salladı iki yana hafifçe. Yoldaydı işte, ne önemi vardı ki gerisinin?

Öndeki koltuklarda çocuklu bir aile vardı. Araç yola çıktığından beri mızıldanıyordu velet! Çocuk sahibi olma fikri hep ürkütmüştü onu. İlişkilerinden kaçışı bu yüzden miydi acaba?
“Ne ilgisi var? Bağlanmaktan hoşlanmıyorum ben!” diye yanıtladı kendi kendini. Şu çocuk da sussaydı bir! Dikkatini başkalarına vermeyi denedi. Yanındaki sohbete meraklı değildi belli ki.
Neyse, en azından sahte gülümseyişler sergilemek zorunda değildi. O sırada dev ekranlı telefonunda yazılanlara takıldı gözü. Kavga sözcüklerini seçti hemen, o kadar çok görmüştü ki bunlardan! Vıcık vıcık dediği türden sözcüklerle yanıt veriyordu telefonun sahibi genç adam.
“Boşuna uğraşıyorsun!” dedi içinden ona.
“Kadın çoktan meseleyi bitirmiş kafasında.”
“Efendim?”
Afalladı. Öylece baktı karşısındakine. Adamın bakışlarına mahcubiyet yerleşti.
“Affedersiniz, bana bir şey dediniz zannettim.”
Anlık bir kararsızlıktan sonra,
“Aslında söyledim.” dedi.
“Kafasında bitirmiş. Uğraşmayın.”
Bocalama ve öfke arasında gitti geldi karşısındaki.
“Kusura bakmayın.” dedi laf uzamasın diye.
“Burnumu sokmak istemedim.” deyip pencereye döndü. Yine bir deyiş kullanmıştı iştel İçine bu kadar işlemiş miydi? Camdan hızla akan manzaraya baktı. Nereye gidiyordu? Sormuştu bilet alırken de hatırlamıyordu ki! Şu velet bir sussaydı. Çocuğun içi dışına çıkmıştı sanki! Bir deyiş daha! Yol bittiğinde deyişler de biter miydi acaba? O ne yapıyordu ki şimdi? Saatine baktı.
“Kahvesini yudumlayarak makyajının son rötuşlarını tamamlıyordur bu vakitte.” dedi. Yüzünde bir gülümseme olduğunu fark edince dehşete kapılır gibi oldu. Bir an nefesi kesildi. Ne olmuştu o meşhur, istem dışı çalışan unutma fonksiyonuna? Far rengi seçerken o dudaklarını büzüşü gözünün önündeydi. Çocuksu ifadesine gülümsemeden edemedi. Sessizliği fark etti o sırada. Öndeki çocuk susmuştu. Sonunda. Şimdi ana babasına gülücükler saçıyordu. Tam bir sevgi yumağı olmuşlardı. Kaç tane deyiş kullandığını saymayı bırakmalıydı. Gittikçe sinirini bozuyordu bu durum. O yeşil far nasıl da yakışırdı boncuk gibi kahverengi gözlerine? Böyle bir afacan kucağında, kendisi yanında. Servis ışığını yaktı. Gelen muavinden su istedi. Kafasını dağıtmaya çalışıyordu. Camın kenarından ağaçlar, tarlalar, tek tük evler akıyordu. Nereye gidiyordu? Mualla. Mahallenin gülü, herkesin göz bebeği, deniz gözlü Mualla. Sevinmişti onunla ilk konuştuğunda, buluştuğunda. Bıçkın Salih olmayaydı, belki şimdi de yanında olurdu. İlk kaçışı mahalleden olmuştu. Ondan beridir kök salamamıştı. Yıllar sonra, yeniden cesaretini topladığında Hülya, o ünlü matbaada çalışırken Sevim, oradan kaçtığında Ayşen. Genç delikanlı muavin su getirdi o sırada. Gözlerini kapatıp bir dikişte suyu içti. Suyun boğazından akıp gittiği gibi, anımsadığı bunca ayrıntının da beyninden akıp gitmesini umuyordu, olmadı. Lütuf gördüğü, hayatında yer almış tüm kadınların ve insanların ise lanetlediği unutmayı unutmuştu! Sevgi ne çok uğraşmıştı bunu sağlamak için? Çok bilmiş bir doktor, psikolog arkadaşı, alternatif tip dedikleri yöntemler uygulayan o kadın… Kapı kapı gezdirmişti kendisini. Öndeki çocukla göz göze geldi. Kerata pek sevimliydi. Pamuk gibi teni de olur muydu böyle? Boncuk kahverengi gözleri benzer miydi Sevgi’ye? Yoksa her sabah aynada gördüğü, kuyuları anımsatır, derin, siyah gözleri mi olurdu? Sevgi’den kaçınca daha da beter olmuştu savrulması. Ondan sonrakileri anımsamıyordu. Unutmuştu! Sevinecekti ki her birinin yüzlerini en ince ayrıntısına kadar anımsadığını fark etti. Bu nasıl bir yolculuktu böyle? Sevgi’ye nice sonra, savrulduğu bir tatil kasabasında rastladı. Yanında biri vardı. Mutlu görünüyordu ama gözleri olmadığını söylüyordu. Kendisini sakınmış, aslında gösterecek cesareti olmamıştı. Huzursuzlukla saatine baktı. Durmuş muydu bu? Hay aksi, yine bozulacağı tutmuştu meretin! Kaçıncı kez tamir ettirmişti baba yadigârını. Baba. Bu sözcükle beraber kafasına anılar, gözlerine yaşlar hücum etti. Telaşla cama döndü. Otobüsün camından akan manzara başka, kendi gözünün önünden geçenler bambaşkaydı. İki yıl olmuştu onlardan haber almayalı. İçi cız etti. Nasıl olduklarına dair çılgınca bir merak, kurt gibi beynini kemirmeye başladı. Yandaki adamdan telefonu isteyip aramak geldi bir an aklına ama hemen vazgeçti.
Burnu kıpkırmızı olmuştu mutlaka. Başkasının görmesi gerekli değildi. Aceleyle ceketinin cebinden mendil çıkarıp yüzünü gözünü sildi. Neyse ki tam o sırada otobüs durdu. Mola vermiş olmalıydı. İnmezdi molalarda da gidip yüzünü yıkasa iyi olacaktı. Sabırsızlıkla indi, tuvalete koşturdu. Orada işini bitirip dışarıda bir telefon kulübesi aramaya başladı. Yoktu. Yandaki büfede vardı bir telefon. Ahizeyi kaldırıp numaraları çevirdi. Bugün hayatındaki herşeyi anımsıyordu. Karşıdan ince, hüzünlü bir kadın sesi yanıt verdi. Sözcükler boğazına dizildi, ses çıkaramadı. Kadın bir iki kez daha tekrarladı. Sonra tatlı sert bir erkek sesi yineledi sözcüğü:
“Alo?!”
Hızla kapadı telefonu. Cebindeki kâğıt paralardan birini bıraktı telefonun yanına. Öndeki çocuğu gördü, anne babasının elinden tutmuş tıpış tıpış otobüse yürüyordu. Gitme zamanı gelmişti anlaşılan. Ağırlaşan ayakkabılarını kaldıramadı bir an. Sonra bir telaş otobüse bindi, yerine oturdu. Bomboş geldi o an yolculuklar. Kaçışları. Alışkanlıkla saatine yine baktı. Çalışmıyordu işte!
Kadrandaki takvim göstergesine ilişti gözleri. Saat ne zaman durmuştu ki? Tarih doğru muydu? Servis ışığına bastı yine. Gelen muavinden su istedi, tarihi sordu. Genç muavin tuhaf bir yüz ifadesiyle yanıtladı soruyu. Ne düşündüğü umurunda değildi. Demek ki saat tarihi doğru gösteriyordu. Baba yadigârı saat. Seslerini duyduğu için hem üzülmüş hem sevinmişti. Su geldi o sırada. İçerken cama takıldı gözleri. Bir mezarlığın yanından geçiyorlardı. Küçüklüğünden kalma bir ürperti sardı içini, gözlerini kapadı. Başını arkaya yasladı sonra. Bugün doğum günüydü. 45 olmuştu! Nereye gidiyordu?

Pınar Elif Karabal

error: Content is protected !!