Lacivert
Bu öyküyü bir arkadaşımın sosyal medyada paylaştığı bir fotoğrafın üzerine yazdım. Mesleki bir dergide basılmıştı. Tarihini bulduğumda buraya eklerim.
Yaşlı eller maharetle gizlemişti sürten burnunun izlerini. Şimdi önünden geçense, ağır boyacı sandığını taşımaya çalışan, omuzlan çökmüş bir çocuktu. Daha bu yaşta kendisi kadar yıpranmış görünüyordu. Oysa o, onun kadar gençken nasıl da parıldıyordu. Nasıl havalıydı, yerinde duramaz. Şimdi bir köşede atıl kalmıştı işte!
Gerçi şanslı saymalıydı kendini. Ne de olsa eşi hâlâ yanı başındaydı. Çok vardı tek başına kalan, eşi yitip giden, hatta bizzat kendisi hiçliğe karışan. Evet, bir köşedeydi ama yemyeşil taçlandırmışlardı başını.
~
Ona dokunan eller hoyrat olmamıştı aslında. Belki biraz dikkatsiz. Bunu da gençliklerine vermeliydi doğrusu, kıymet bilmez değillerdi. Hayata ilk atıldıklarında enerjileri yerinde, meraklı ve tazeydiler. Sokakları keşfe çıkarlardı neşeli adımlarla. Herkes dönüp dönüp bakardı onlara, Ne de olsa nadirdiler.
~
Babası hazır almaktan hoşlanmazdı hiç. Giysilerinin bir kısmını annesi diker, daha ayrıntılı olanları terziye diktirirlerdi. Ayakkabılarını da bir kundura ustası dikerdi. Her sene başında ailecek gider, ustaya ayak ölçülerini aldırır, onu bir dahaki seneye kadar görmezlerdi. Ne lazım olursa babası gider, yaptırtır, alır getirirdi, Soğuğun artacağının söylendiği kışa girerken getirmişti babası o botları, Doğum günü hediyesiydi aynı zamanda. Heyecanla sarılıp sarmalandığı kağıdı açmış. derin denizleri anımsatan laciverdine hayran kalmıştı.
~
Gel zaman git zaman ölçüleri değişmiş ve yollan ayrılmıştı. Birkaç kışı daha aynı evde geçirdi. Sonrasında elden ele oldu yolculuğu. En son durağı, zamanı gelince; onu, annesinde bırakmıştı. Dolabın birinde, zamanın tozlarına emanet edilmişti, hayattan uzakta. Gün ışığı ile kavuşması görkemli olmuştu aslında. Parıltılı bir güz mevsimiydi, pastırma yazı diye konuşuluyordu etrafta, sıcaktı. Böyle bir havada ona neden ihtiyaç duyulsundu ki? Hevesli bir genç karşıladı onu. Ne var ki özellikleri örtüşmüyordu. İkisinin de boynu büküldü. Gerisin geri köşesine döndü. Birkaç gün ya da ay sonrasıydı galiba, bazı türdeşleriyle birlikte, sabahın seherinde bir torbaya tıkıldığında. Bilinmeze gidiyorlar gibi bir hava vardı sessiz torbanın içinde.
~
Kitap ve kırtasiye kolileri hazırdı. Gelen ayakkabı ve giysiler oradaki masanın üzerine yığılıyordu. Tozlu ayakkabılar bir tarafta, giysiler bir tarafta idi. Gençler hızlıca onlan gözden geçirip, ayıklıyordu. Kullanılabilecek durumdakiler geniş kolilere, diğerleri büyük, mavi çöp poşetlerine konuluyordu, Lapis taşına benzettiği bir çift bot dikkatini çekmişti mavi gözlü kızın. Yıpranmış gibi duruyordu, Alıp yakından inceledi. Tabanlarını, bağcıklarını, burunlarını… Bir iki defa elden geçmiş gibi görünüyordu burnundaki izlere bakılarsa. Tam da ayağına göreydi. Kendi ayağındaki yeni botlarına baktı, koordinatörüne gitti ve laciverdini çok beğendiği botları kendisininkiyle değiştirdi.
~
Birkaç kışı da o hevesli gezginle birlikte, o kent senin, bu kent benim geçirdi. Günün birinde üşümüş çok üşümüş bir çocuğun çıplak ayaklarını sarıverdi. Sokaklarda hoplayıp zıplarken neşeyle, ayaklarından kurtulması işten bile değildi. Yine de direndi, tuttu çocuğun ayaklarını. Öylesine soğuk ve öylesine yalnız gelmişti ki.
~
Okullar kapandığında, bir kamyonun kasasında, ırgatlığa gidiyorlardı. Hiç çıkarmadığı botları ayağındaydı. Anası onu leğende yıkayacağı zaman çıkarmıştı ancak. Şimdi en sıcak kente uzanıyordu yola ama umurunda değildi.
~
O, tutunduğu günden beri neredeyse hiç ayrılmamıştı çocuktan. Onca yol, sokak arşınlamıştı da böylesine toprağın içinde bu kadar sık bulunmamıştı. Taşlar da vardı çoklukla. Darbelerini kendi karşılıyor, çocuğa ulaşmasını istemiyordu. O sıcak günün öğlesinde olan oldu. Sivri bir taş, yorgun sırtını deldi geçti.
~
Çok ağladı. Arkadaşı olmuştu lacivert botları. Oysa artık giyilecek gibi değildi. O komik terliklerle ayakları çıplak kalmıştı. Kışın nasıl da üşüyeceği aklına gelince ürperdi, Pazardan uzaklaşırken, kaldırımın kenarına oturdu kaldı bir süre.
~
Şimdi ne olacaktı bilmiyordu, Artık ayakları saramayacakı. Yolun sonu gelmişti anlaşılan. Öylece bir çöp poşetine mi atılırdı? Yoksa bir kenarda kalıverecek miydi? Çocukla ayrılma vakitleri gelmişti. Bir tek bu, açıkça, gerçekti.
~
Bahçe duvarının ötesinden gelen hıçkırık sesiyle başını kaldırdı. Elindeki saksıyı bırakıp o tarafa yürüdü. Kaldırımda oturmuş, kucağındaki borlara sarılmış ağlayan çocuğu görünce şaşırdı. Gidip yanına oturdu, ne olduğunu sordu. Çocuk botların adeta arkadaşı olduğundan kışın onlarsız üşüyeceğine, ayağındaki terliklerin komikliğinden botları, babasının dediği gibi, çöpe atmaya kıyamayacağına değin hepsini anlatı. Boncuk boncuk bakan yaşlı gözlerine, sıkı sıkı tuttuğu lacivert, uzun konçlu botlara bakı bir süre. Gülümsedi sonra. Aklına parlak bir fikir gelmişti. Çocuğu direğinden hafifçe tutarak kaldırdı ve birlikte bahçeye yürüdüler.
Pınar Elif Karabal